Kemeraltı’nın İzmir’e her gittiğimde içinde kendimi kaybetmek ile bulmak arasında gidip geldiğim sokaklarında dolaşmaktaydım çok değil 3-5 gün evvel.
Hayat gibi aynı, çoğu zaman bildik yollardan ve her zaman ki uğraklardan kopup da yeni maceralara atılmak gelmez bu çarşıda içimden.
İşte şehrimin tam da bu sokaklarında “tanıdık” diye adlandırdığım şey her zaman bir sima değildir yalnızca. Bir dükkanın zamanın başından beri hep oradaymış hissi vererek durduğu şu köşe, çeyizcilerin vitrinlerindeki sanki hep aynı örtüymüş yanılsaması yaratan düzenlemeler, Yüzünden ‘Avrupa Birliğine girersek sakatat yasaklanacakmış,’ kaygısı hiç silinmeyen söğüşçünün et doğrama tıkırtıları, hepsi hepsi aynı.
Ve hatta bana sorarsanız kestane pazarı denip de kestane harici her şeyin satıldığı o küçük meydanda daracık kafeslerde uyumaya çalışarak yaşadıkları eziyeti unutmaya çalışan kedi, köpek, ördek, tavşan ve hamster yavruları da aynı. Onlar hiç büyümediler. 6 ay evel de ordaydılar,1 yıl önce de…
Çünkü bakmadığınız şeyler büyümezler. Göz göze gelmediğiniz şeyler, değiştiremeyeceğinizi bildiğiniz o yüzden yüzleşemediğiniz tüm gerçekler gibi gitmeyen ve bitmeyen bir sızı olarak hep yerlerinde ve elbette kalbinizde kalırlar.
Bu köşesi hüzün köşesi olsa da bu eski çarşının, yine hayat gibi bakmaya doyamadığınız, çıkmaya gönlünüzün razı olmadığı başka köşeleri, insan kafaları seli arasından parmak uçlarınıza kalkarak bakıp da hedeflediğiniz labirent köşeleri vardır.
Oralarda sizi hangi kaldırımında kırık bir taş, hangi dükkânında ucuz bir gümüş, hangi kahvehanesinde en güzel kahve pişermiş ve onu hangi garson sunarmış bilmenin kısaca önceden tanış olmanın verdiği tuhaf bir huzur bekler.
Elbette o huzura doğru çekilirsiniz..
Umduğunuz “işte o her zaman ki şeyler”i bulmaktır yine…
--
Anlatırken bir şeyi, gözledikleriniz, hissettikleriniz ve ana diliniz birer ip olur ve dolanır birbirine kalın bir sac örgüsü gibi.
Kimileri örgü sevmez ama… Tutamlar tek tek yeğdir.
Üstelik neticede anlatacağın altı üstü bir aktar ve daha da ötesi bir buğday ürünü ise eğer.
--
Sözün özü ben yine oradaydım… Rafların arasında ve ağzı açık çuvalların dibinde… Üstelik yanı başımda bir de dost vardı. O benim gibi değil… Kemeraltı’nı bu denli iyi bilmeme şaşırıyor.
“Öğret,” diyor bana… “Değirmen’e nasıl gidilir? Sen yokken de gidebileyim…”
Buluşmadan önce zaten kafamda ona uygun, ona ezberletmesi kolay bir rota çizmişim zaten. Öyle ya kim olursa olsun Kemeraltı’nın belli başlı yerlerini bilir, Havra sokağı mesela böyle bir yerdir.
“İşte oradan girersin, sokak bitince sola döner 5-10 metre ilerde hani şu donların sutyenlerin sere serpe sergilendiği çamaşırcıdan sağa dönersin ve dümdüz ilerlersin,” diyorum…
Artık sordun mu herkes gösterir. Bir cami vardır, Kestane Pazarı camisi, işte onun duvar dibinde kapısız, bacasız, ama bulunduğu bölgenin adına uygun bir şekilde içeri girerken minik bir “kemer” altından geçmeniz gereken bir dükkân.
Ama her nedense birlikte o rotadan gitmiyoruz oraya. Sanki daha bir aklını karıştırıp da dostun, Kemeraltı ile ilgili engin (!) bilgimi daha bir takdir etsin diye…
Esasen bunun suçlusu ben değilim.. Kızlar ağası Hanı’nın duvar dibine dizilmiş kahvehanelerinden yayılıp ben 8 saat uzaktayken bile memleketimden burnuma gelen mis gibi dibek kahvesi kokuları…
Daha evvel de anlattım ben burayı… Ama “Anlat Anne” diyip de bir süredir her nedense neden “Sus Anne”’ye çevirdiğim bir diğer sayfamda… Ama dayanamadım yazdım yine oraya bir şeyler. Yine dilimi tutamadım. Belki çocuk doktorları kızacak bana… Ama çocuğu olan doktorlar kızmayacaktır en azından ona eminim… Bu eminlik yeter bana.
Her neyse dedim ki kendime “İşte tam da bu yüzden, hani daha evel anlattığın için kokusunu köpüğünü, bu kez bahsetme dibek kahvesinden…” Ama mümkün mü? Kemeraltı’ndan bahsettiğim her yazıda kokacak bu kahve galiba…
Direnmeyelim…
Sonra….
Tuttum Zeynep’i kolundan bir o sokağa, bir bu sokağa, sola dön, sağa dön, sola dön, sağa dön (e ne yapalım kahveciden sonra Değirmene ulaşmak için biraz slalom gerekiyor) ulaştık hedeflenen noktaya…
İster istemez bilmiş bir ifade takınmış gösteriyorum arkadaşıma, bak patates unu, bak bezelye unu, bak keçiboynuzu tozu…
Sonra bildik şeylerin arasından bir şey öne doğru fırladı.. Gözlerim parladı…
“Aman Allahım RUŞEYM!”
dedim.
“O ne,” dedi
“Buğday özü,” dedim ve demeye devam ettim. “Bizim ülkemizde paketlenip satılıyor muymuş bu?”
Ne çok yabancı sayfada gördüm de özendim ben o tariflere..
“wheat germ” diye geçer çoğunuz duymuşsunuzdur.
Hani “kim alıştırdıysa bizi beyaz ekmeğe, ne akla hizmetse beyaz ekmek yemek, buğdayın o en önemli kısmı atılıp da üretilmiş beyaz unlarla” dedirten kısmı buğdayın…
Ru-sheim aslında bir romanın hikâyesidir… O hikâyeyi ayıklayıp çıkarırsanız romanın içinden sadece kelimeler kalır, sanki kitabın içi boşalır.
Ama yine de kalan kelimeler ve cümlelerin de kendine göre bir değeri vardır… Sıfırlamamalı…
Lafı daha fazla uzatmadan meraklısına bu ürünü paketleyip pazara sokan firmanın web adresini vereyim….
Henüz her yerde bulunmadığını görmekteyim üzülerek.
Ve sadece 1 paket aldığıma da hayıflanıyorum elbet.
Ama anneler sağolsun, ve kargocular da tabi…
Ben mısır gevreğimin üzerine bir kaşık atmak ve ya birazdan yapacağım ekmeğe yarım kap ruşeym eklemek üzere ayrılırken yanınızdan son olarak size şu sayfaya bir göz atmanızı öneriyorum.
http://www.ru-sheim.com/
Not: Uzun bir yazı oldu, sabredenlere teşekkürler. Ayrıca da kusura bakmayın , uzun zaman olmuştu buraya yazmayalı, kalemim şişmiş…
Tarif bekleyenler ile bir iki güne kadar görüşürüz….
Cuma, Ocak 19, 2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)