Perşembe, Ekim 04, 2007

Aylardan Ekim

Bir dergi var.
Belki gördünüz.
Agaclar.net

Görmeyen kaldıysa görmeli.

Size bu dergiyi önermek için güzel bir ay seçtim.
Bu ay benim ayım.
Her ne kadar yaşlanıyor olmaya itirazımız olsa da, yaşıyor olmayı severiz hepimiz.

Bundandır doğduğumuz ayın yaklaşmakta olan ölümü değil de yaşamı hatırlatır olması bize.

İşte bu yüzden kalan 11 ayı bir kenara iteler yaşamın kapısını araladığımız ayı çok severiz.

Yoktur öyle pırlantalar, arabalar, katlar hediye gelsin tutkum.
Her sene bu ay başka türlü hediyeler arayışı içinde olurum.
Bana sevildiğimi pahallı şeyler değil de benim ile ilgili detaylara dikkat etmişlik daha çok hatırlatır.
Demek şu detayı bol hayatta benim dikkatimi neler çekmekte biliyormuş o, dedirten şeyler.

Fakat kimi zaman teker teker bireylerin değil de evrenin hediyeleri olur bana. Kimileri tasadüfler der buna.
Benimse dilim tesadüf demeye varmaz. VArsa bile "hiçbir tesadüf anlamsız değildir," düşüncesini takarım elimdeki süpriz uçurtmasının kuyruğuna.
Ayrıca kayırılmış olma fikri hoşuma gider benim.
BEn ne şanssız insanım demekten pek bir nefret ederim. Çünkü hayatta hep tek anlar vardır ve kendini kendi sözlerinle lanetlemektense kendine şans yaftasını yapıştırmak daha revadır ....
Kimilerinin tesadüf dediği, benimse şansımın göstergelerinden saydığım şeyler bol çeşitlilik gösterir. Kİmi zaman bir gün evelinden kendi kendime sorduğum bir sorunun ertesi gün kucağıma düşmüş cevabıdir bu, kimi zamansa kendime almayı düşündüğüm bir şeyin isteğimden habersiz birisi tarafından bana hediye getirilmesi.
Bazense daha tuhaf yollar seçer hayat. Bir online dergi olup hayatımın sevinçler kutusuna bir artı daha koymayı tercih eder örneğin....
Sözün özü şu ki,
Kalemim ne zamandır hikayelerin renkli arenasında koşturmak istiyor. Günlük koşturmalarımdan zaman buldukçada beni dürtüyor, bir kenara iki kelam çiziktiriyor.
İşte bunlardan biri aylardan birinde kendi yolunu çizip ağaçlar dergisine gitti.
Gidiş o gidiş.
Unuttum gerisini.
Artık herkese bir yaş daha fazla söylemem gerekecek ay geldi.
Hediyesi mi?
Görmek için En başa dönüp linke tık demeli....

Cuma, Eylül 21, 2007

Bir Hititli'nin Sofrasına Konuk Olmak- Onunla Aynı Ekmeği Paylaşmak

Senin sandığın gibi olmuyor işte, demişti babam.

Ben ona sadece arkeolog olmayı istediğimi söylemiştim oysa.

Umutsuz ve umut kırıcı girişinden sonrası ise şöyleydi: “Öyle senin hayal ettiğin gibi kazılara gezilere tüm arkeologlar gitmiyor işte! En iyi ihtimalle Anadolu’da bir yerlerde bir müzenin müdürü olursun. Masa başında geçer hayatın.”

Henüz kafa kâğıdım 16 yıllık. Akıl kağıdım ise belirsiz. Akıl denen şey tecrübelerle oluşuyorsa eğer, hayatım için kararlar almak adına başkalarının aklına öylesine muhtacım ki. Üstelik aklımın olması gereken yerde – aslında onun biraz üstünde püfür püfür kavak yelleri esmekte. Hititler, Asurlar, Frigler, Urartular iyi de, masa başında dirsek ve ömür tüketmek kötü diyorum kendime.

Siliyorum aklımdaki tercih formundan arkeolojiyi.

Hukuk yaz diyorlar bana, hakkımı çok iyi koruyormuşum, hâkimi bezdirirmişim, müvekkilimi illaki galip kılarmışım falan filan.

Karanlık adliye koridorları geliyor gözümün önüne. Anadolu’da toprağa toza bulanmış bir halde eski medeniyetlere dokunmak varken elimde narin fırçalar ve mini kazmalarla—loş bir odada karışık bir masa ardında MÜDDDÜR olarak oturmak kadar berbat geliyor o koridorlar bana.

Yazıyorum ama ölü tercih.
Kimse bilmiyor bunu.
Gölgem bile.
Kendime bir gençlik sırrı veriyorum; sayesinde ne kadar çok para kazanabilecek olsam da avukatlığı kendi listemde ölüme tercih ettiğimi.

Henüz kazanılmamış paracıkların ardından hüzünlenmiyorum da ,
elimden düşen kazma ile fırçaya,
yüzüme değemeden ait olduğu yerde kalan kazı alanı toprağına kederleniyorum.

O günden sonra hep tarih kurcalıyorum, harabelerde arıyorum kaybettiğim ruhumu.

Ve kendimi hep sıkıcı bir müze müdürü olmamak fikri ile avutuyorum.
Seneler sonra ise her arkeoloji mezununun müddddüüür, her müddddüüürin de masa başı tozu ile oyalanmadığını görüyorum.
Pişmanlık?
Bilemiyorum.
Her ikimiz de haklıydık çünkü.
Fakat ben yine de tarih kokan şeylere gönül kaydırıyorum.

Veee
Ve geçenlerde bir kitap buluyorum.
Henüz siparişini vermesem de kitap için çok heyecan duyuyorum- size de tanıtmak istiyorum.

Güngör Karauğuz'dan değerli bir çalışma bu. Sonrasını internetten bulduğum tanıtım yazılarından aktarayım size.

"Bu ilginç çalışmada, Hitit çiviyazılı kaynakları ele alınarak, Anadolu'da bugün tüketilmekte olan yerel ekmeklerle Hitit ekmekleri arasındaki bağlantılar araştırılmaktadır.

Hitit Dönemi'nde ekmeğin, tarlanın sürülmesinden itibaren geçirdiği tüm evreler çiviyazılı metinlerden takip edilerek incelenmektedir.

Hitit ekmek çeşitleri ile bugün Anadolu'da tüketilen ekmek çeşitleri arasındaki yakın benzerlikler konusunda ilginç veriler ortaya konmaktadır.

Ayrıca Hitit bayram ve kült törenlerinde hangi ekmeğin ne oranda tüketildiği, bayram ve ritüel kutlamalarında hangi tanrı için özel olarak yapıldığı araştırılmaktadır.

Sadece tanrıya sunulduğu düşünülen ekmek çeşitleri ile bu ekmeklerin hangi kutsal mekanlarla ilintili olduğu da irdelenmektedir."

Satın almak için Ideefixe'den veya herhangi bir online kitapçı'dan faydalanabilirsiniz.

Cumartesi, Eylül 08, 2007

Tenor Ekmeği

Madem sevdiniz, bigalı tariflere devam.
Üstelik önceki seferden hazırladığınız bigadan bir kullanımlık kadar biganız artmıştı. Biganın buzdolabındaki ömrünün 1 hafta olduğunu geçen seferden biliyorsunuz. Süre dolmadan ikinci tarifi vermem biraz bu yüzden.

Ayrıca bir başka nedenim daha var.
Biliyorsunuz biga bir İtalyan ön-mayası. İtalya deyince aklımıza gelen yüzlerce kavram ve isimden birisi elbette Pavarotti.
Dünya üzerinde bir çok insana ariaları – operayı sevdiren Pavarotti eşsiz sesinin yüzlerce kaydını insanlığa hediye ettiği 72 yıllık bir yaşamın ardından aramızdan ayrıldı.

Pavarotti çoğumuzun karşısına ilk defa bundan tam 17 yıl önce, yani 1990 yılında İtalya’da gerçekleştirilen Dünya Futbol Kupasın’da çıktı.
Kupa’nın açılış töreninde Puccini’nin Turandot Operası’nın final parçası Nessun Dorma’yı seslendirerek kitleleri büyüleyen Luciano Pavarotti bir gecede opera dünyasının dünyaca bilinen popüler yüzlerinden biri olmuştu. Kendi adına elde ettiği bu kazanç kitlelere kazandırdığı aria dinleme mutluluğunun yanında hafif kalır diye düşünüyorum.

Pavarotti ile tanışmam 90’ların başında bir yılın yazının bittiği günlere denk gelir. O günden hatırladığım detaylar İstanbul’dan gelen tanıdıklarımıza Çeşme taraflarında yazlık baktığımız, o esnada “üzüm artık gidiyor diye üzülüyorum,” türü espriler yaptığımız ve ortaya birdenbire çıkıp arabanın atmosferini değiştiren Pavarotti kasedi.

Birkaç gün içinde babam bir Pavarotti kasedi ile çıkageldiğinde haftalar sürecek bir A yüzü bitti B yüzünü dinleyelim döngüsü içine girdiğimi, zaman zaman gidip gidip ara verdiğim İtalyanca kursunun da katkısı ile arialara eşlik ederek ev halkını az çok bezdirdiğimi de unutmuyorum.

Kendisini dünyaya tanıtan söz konusu aria’dan bahsetmek isterim biraz.
Müzik terimleri ile konuşamam ama hissettiklerimi anlatabilirim: Nessun Dorma sakin ve huzurlu başlar, yavaş yavaş yükselir finalde dinleyene müthiş bir coşku ve haz verir. Bu hazzı meşhur icracının yüzünde de okumak mümkün (youtube link) .

Sözler ise bir futbol kupasına bile uyacak kadar esnektir. Besteci Puccini, ya da Turandot operasındaki başrol oyuncusu Prens, ya da Pavarotti (hangisi derseniz deyin) şöyle demektedir:

Kimse uyumayacak!
Prenses sen bile
Soğuk odanda
Yıldızları seyredip aşk Ve umut ile titrerken
Ama sırrım bende saklı
Adımı kimse bilmeyecek
Adımı dudağına konduracağım
Işıklar parladığında
Öpücüğüm seni benim yapan sessizliği bozacak

Koro: Kimse adını bilmeyecek
Ve ne yazık ki bizler ölmeliyiz

Kaybol gece
Ve dağlar arasındaki yıldızlar
Şafakta fethedeceğim! (fethim var)


Bu ölümsüz eseri Pavarotti’ye uygularsak koronun dediklerinden biri doğru, evet hepimiz ölmeliyiz..
Ancak kimilerin isimleri asla unutulmayacak.
Ne güzel- ne büyük şans….

Nessun dorma, nessun dorma ...
Tu pure, o Principessa,
Nella tua fredda stanza,
Guardi le stelle
Che tremano d'amore
E di speranza.
Ma il mio mistero è chiuso in me,
Il nome mio nessun saprà, no, no,
Sulla tua bocca lo dirò
Quando la luce splenderà,
Ed il mio bacio scioglierà il silenzio
Che ti fa mia.
Il nome suo nessun saprà E noi dovrem, ahimè, morir.

Dilegua, o notte! Tramontate, stelle!
All'alba vincerò!


Şimdi de sıra Bigalı ekmekte.
Fakat ünlü tenor Pavarotti’nin babasının da bir fırıncı olduğu notuyla….

Yarım kap biga (önceki Bigalı tarifte hazır ettiğiniz orandan arttırdığınız bigayı buzdolabına kaldırmıştınız. Ekmeği yapmaya başlamadan bir saat kadar önce kalan bigayı dolaptan çıkarıp ılıtın)
Yarım kap süt
2 kaşık yoğurt
1 çay kaşığı tuz
2 kaşık kadar kaşar rendesi
2 kaşık domates rendesi
2 kap un
3 kaşık irmik
2 kaşık yulaf ezmesi (evde yoksa öneli değil)
3 çay kaşığı susam
2 çay kaşığı instant maya
Malzemeleri sırasıyla makineye koyup temel ekmek ayarında çalıştırın.

Salı, Eylül 04, 2007

Biga’dan değil Bigalı Ekmek

Bugün size BİGA’dan bahsedeceğim. Ama çoğunuzun zannettiği gibi içinde bulunduğu yarımadaya ismini veren Çanakkale ilçesi Biga’değil kastım.

Bundan 9 sene evvel tarih bilir bir rehberle gezerken gözyaşlarımı tutamadığım Çanakkale yarımadası şimdilik bir kenarda dursun. Onu bir başka bir gün analım. Ama ben sizi göz açıp kapatıncaya kadar bir başka yarımadaya uçurayım. Akdeniz’in tam ortasına doğru uzanan çizmede, elbette İtalya’dayız şimdi.

Buralara kadar gelmişken yemeden-içmeden dönmek olmaz! Şimdi bir İtalyan kadını tarafından kurulmuş mis gibi bir sofra hayal edin, üzerinde Akdeniz’i Akdeniz yapan her türlü tat ve koku sergilenmekte. Gözünüzün önüne halis sızma zeytinyağı dökülmüş salatalar, olgun – dolgun kırmızı domateslerle hazır edilmiş marinara soslu makarnalar, güneşe tok enginar kalpleri, taneleri gerim gerim gerilmiş üzüm salkımları ve avuç büyüklüğünde incirler geliyor elbet. E peki ya ekmek?

Hiç ekmeksiz bir İtalyan sofrası olur mu? Gözünüzün önündeki vizyona enfes bir İtalyan köy ekmeği daha ekleyin. Artık hiçbir eksiğiniz yok, her şey mükemmel! Fakat yine de bilmeniz gereken bir şey var. Hayalinizdeki sofraya koymak için bile olsa gönlünüzün mutfağında hazır ettiğiniz İtalyan ekmeği “bigasız” olmaz! E peki nedir bu biga?

İtalyan Ekmeklerinin özü BİGA

İtalya’nın kırsal bölgelerinde pişen en leziz ekmekler kulağa tuhaf gelecek ama ünlerini bir önceki günün emeğine borçludurlar. Ekmek ustaları günün erken saatleri ile beraber fırınlarının kepenklerini açarken o gün pişecek ekmekler adına gönülleri rahatsa eğer bunu içerde onları beklemekte olan tek bir şeye borçludurlar: BİGA.

Biga bir önceki gün hazırlanmış ve yavru bir kedi gibi ılık bir köşeye bırakılmış bir çeşit tuzsuz ekşi mayadır. Yukarıda geçen “önceki günün emeği” tanımlaması bigaya fazla gelebilir. Çünkü biga dünyanın diğer tüm ekşi mayalarına kıyasla en az emek ve en önemlisi en az zaman talep eden bir başlangıç mayasıdır üstelik de kaprissizdir…

Gelelim biganın ne olduğuna, ya da nasıl yapıldığına:

Un-su ve çok az miktar maya. İşte biga budur. Elbette bundan biraz daha fazlası… En azından işlem açısından…
İşlem dediğim şey bir sonraki günün ekmeği için bir gün önceden bir miktar unu su ve maya ile tahta bir kaşıkla plastik bir kapta karıştırmak.

Hayat koşturmacası içinde hepimizin en çok sıkıntısını çektiği şey zaman. İşte tam da bu yüzden bu çağın insanının “pratik” kelimesini çok sevdiğini düşünüyorum. Bir ekmek pişireceksiniz ama bu ekmeğin ilk ve en önemli ayağı bir gün önceden başlıyor dediğimde birçoğunuzun geri çekildiğini görür gibi oluyorum. Ama bunun için tek bir cümlem var: İnanın bana buna değecektir!
Neden mi?
Biga ekmeklere eşsiz bir koku verir de ondan… Ayrıca biga temelli bir ekmekte eşsiz kokunun yanı sıra garantilediğiniz üç şey daha vardır:
Nemli bir doku,
doku içinde geniş gözenekler
ve dayanıklılık…

Tüm bunlar yeterli gelmediyse sonucun kendinizi gerçek bir ekmekçi gibi hissetmenizi sağlayacağı garantisi sanırım sizi ikna edecektir.

Hemen yumurtalı- irmikli ve elbette bigalı leziz ekmeğimizin yapım aşamalarına geçelim.

İlk Aşama
1 bardak su
Çay kaşığının ucuyla instant maya
2 bardak un
Suyu plastik bir kaba dökün.
Suyun içinde mayayı tahta bir kaşıkla karıştırarak eritin.
Unu ekleyerek tahta kaşıkla karıştırarak bulamaç haline getirin ancak uzun süre karıştırmayın.

(biganın üzerini streç filmle kaplayın ve mutfağın bir köşesine koyup 12 saat kadar unutun. Biganıza süre sonunda baktığınızda iki kat kadar büyümüş köpüksü bir hamur bulacaksınız. Eğer vakit ekmek yapmak için elverişli ise direk ekmek makinenizin başına geçebilirsiniz. Eğer vakit uygun değilse bigayı buzdolabına kaldırın. Ertesi gün ekmek yapımına başlamadan önce biganızdan ¾ kaplık kısmı alıp buzdolabından çıkarın. Yarım saat- bir saat kadar ılımaya bırakın. Kalan biganızı ise bir hafta içinde kullanmanız gerektiğini unutmayın. )

İkinci Aşama
3/4 kap biga (bir saat kadar önce dolaptan çıkarılmış)
Yarım bardak yarım yağlı süt (veya tam yağlı)
1 yumurta
1 kaşık zeytinyağı (bir buçuk da olabilir)
1 çay kaşığı tuz (istenirse 3/4 çay kaşığı da konabilir)
1 kap un
1 kap irmik
1 + ½ çay kaşığı instant maya

Makinenize malzemeleri sırasıyla koyup temel ekmek ayarında çalıştırın.

NOt: Kalan bigayı bir hafta içinde kullanın demiştik. Belki "yazık mı olur? acaba kullanmam mı?" türü düşünceler aklınıza gelmiş olabilir. Ekmeğiniz pişip- sofranıza düştükten sonra tüm bu endişelerinizin yok olacağına eminim. Afiyetle....

Cuma, Ağustos 17, 2007

Kitabımdan bir tarif, hayatımdan bir tecrübe.....

Hep söylerim. Mısır muhteşem bir şey.

Ve hep tüketirim, haşlanmışını- közlenmişini, patlamışını-- ve şimdi yeni moda olan buharda pişme, tereyağlı, parmesanlı kaşık kaşık yemelik tane tanesini..

Sonra bir de unu var değil mi bu güzelin!

Sarı sarı, iri iri taneli. Demir zengini, gluten fakiri...


Mısır ununu biz Türkler iyi biliriz sanırdım ben. Hele ki Marmara'da olup kendisini Karadeniz sanan (eh Karedeniz'e 100 km'yiz- hakları var) bu memlekete gelince, ve önüm arkam sağım solum mısır unu bulunca bu fikrim iyice pekişti.

Sonra bir gün İtalyanların gözünden mısır unu neymiş bir bakayım dedim.

Sonuç ilginç.

Onlara göre mısır unu üç ayrı sıfata layık.


Bizdeki gibi mısır unu mısır unudur türünde bir bakış açıları yok anlayacağınız.

Gelelim sıfatlara:

Aslında mısırın hangi incelikte çekildiğini belirten bir nevi sıfat-isim bahsettiğimiz.
En önemli görevleri ise işi bilene adı gecen kalitede mısır ununun hangi tür hamur işinde kullanılabileceği tüyosunu vermek.

Örneğin bir BRAMATA vardır ki oldukça iri çekilmiştir ve sadece polenta yapımı için kullanılır (polenta yapımını aşağıda bulacaksınız).
Sonra FİORETTO vardır ki biraz daha ince çekilmiştir arzuya göre her hangi bir hamur işine eklenebilir.
Ama FUMETTO en incesidir ve bir ekmekçi için en idealidir. Ayrıca pastane işi hamur işleri için de önerilir.


Gelelim bizim mısır maceramıza...

Hayatımızın toprakla haşır neşir dönemi başladı sonunda.

Bundan 2 ay evel önünde arkasında mini mini iki bahçesi olan bir eve geçtik. Komşuların hayret dolu bakışları arasında neredeyse taşındığımız gün elimize çapayı, bahçe makasını aldık ve senelerin beklentisinin yarattığı "enerji"yi toprağa akıttık.

Komşuların bir kısmı bu duygunun yakında geçeceğini söyledi. "Az kaldı," dedi "Bir iki hafta sonra göreceğiz sizi...."

Ancak biz bilmeden şanslı bir başlangıç yapmışız. İyi ki elimizi ilk olarak mısır tohumlarına atmışız.

Mısır yetişirken insanın sabırını zorlamayan bir bitki. Hatta sabır zorlamayı bırakın, hızıyla insanı şaşırtıyor bile...

Yukarıdaki küçük foto tohumlarımızı özenle ve elbette belli aralıklarla toprağa ektikten bir kaç gün sonra aldığımız sonucun fotosu.

Eşimle hergün sanki bebeğimizin gelişimini izler gibi "gördün mü mısırları- git bak ne haldeler," diyaloglarını paylaştık karşılıklı.

Sonra baktık ki yerlerine sığmıyorlar, bahçede kara dut ağacının ardında bir yer hazırladık onlara.
İşte yandaki resimde de Nehir ile babası minik mısır fidelerini bahçe ile kavuştururken görülüyor.

---
Sonra mı? Sonra tatile çıktık. Bir 15 gün komşuların insafına kaldı mısırlar. Bu dönemde ne oldu ne olmadı bilmiyoruz.


Döndüğümüzde her gün ama her gün göğe biraz daha yakın olma çabası içinde mısırlar bulduk bahçemizde. Ama henüz koçan yoktu elbette.


-

Şimdi benden uzunlar. Gidip gidip okşadığım püskülleri kadife gibi.


Mısırın hayata tutunma çabasını izlemekten zevk alıyorum.


"Ha gayret," diyorum onlara "şimdi de bir koçan verin bana," böylece kızım kendi deyişiyle "pısır"ı dalından koparacak, böylece hayatın tam içine dalmış olacak. Hem de en gerçek hayatın.....






















Kaşık Ekmeği:POLENTA*

Malzemeler
4 su bardağı kadar süt
Bir buçuk bardak mısır unu
Bir buçuk bardak su
1 çay kaşığı (veya tuz kullanım oranınıza göre biraz daha fazla ) tuz
Arzuya göre son anda eklenmek üzere bir iki kaşık tereyağı
Arzuya göre son anda eklenmek üzere biraz kaşar rendesi

Yapım
Sütü tencereye alıp ısıtmaya başlayın.
Başka bir kapta tuz kattığınız mısır ununu su ile karıştırın.
Oldukça ısınmış süte yavaş yavaş sulu mısır ununu ekleyin, karıştırın.
Karışım lapalaşıncaya kadar ve bir süre daha karıştırarak pişirmeye devam edin.
Arzuya göre yağ ve kaşar rendesi ekleyin.

Elbette bu bir çeşit lapa, ama İtalyanların bir zamanlar ekmek niyetine tükettikleri bir lapa...



*Bu tarife kitabımda da yer vermiştim.


**İlk mısır resim U.S.A National Gardening Bureau










diğer resimler bizim bahçeden....

Pazar, Temmuz 22, 2007

Mantarlı ekmek olur mu?

Ertesi gün yola çıkılacak, ama evin "bavuldan - valizden" sorumlu bakanı aynı zamanda "yemeden içmeden" sorumlu bakan olduğunu unutmamış.
Aynı anda birden çok şeyden sorumlu olmanın getirdiği hızla ev içi hava sirkülasyonunu artıran kadına adam soruyor:
"Ne yapıyorsun?"
kadın cevaplıyor:
"Sabah çıkmadan önce yemek için enfes bir tost ekmeği pişiriyorum."
Adam:
"Hmmmmm...."
Kadın:
"Bu çok değişik bir ekmek ama, içinde mantar bile var...."
Adam çoktan gitmiş bile....
---
Ertesi sabah...
"Valla hayatım harika, mantarların kokusu çok baskın. Süper süper..."
Hemen tarife geçelim.
Fakat elimizde ekmeğin fotoğrafının neden olmadığı konusunda bir açıklama isteyenlere "zaman" demeliyim.
Ya da zamansızlık mı?
Tüm karmaşa ve koşturmaca içinde üretmeye değil (fotoğraf olarak belgelemek) tüketmeye (yemek) vaktimiz vardı tek...
Bir küçük not... Bu ekmek çok güzel kabarıyor, ancak son dakikalarda hafif bir çökme yaşıyor ama hafif.
Bir ikinci küçük not: Tüm bu koşturmacalar tam 15 gün önce oluyor, ayağımızın tozuyla bize de yazması düşüyor.
Malzemeler ve yapım
20-25 dilimlenmiş mantar
1 küçük boy soğan
(çok az suda haşlayın)
1 kaşık tereyağı ekleyin.
Suyunu çektirin- ama az bir miktar nemli kalabilir.
Ekmek makinenizin teknesine :
1 kap süt
1 kaşık şeker
1 çay kaşığı tuz
2 kaşık zeytinyağı
ve mantarlı karışımı ekleyin...
ardından
1 kap kepekli veya tam buğday unu
2 kap beyaz un
3 kaşık irmik
1 kaşık soya unu (yoksa yerine irmik olur)
2 çay kaşığı instant maya (1,5 çay kaşığı da deneyebilirsiniz. benim ekmeğimin haddinden fazla kabarıp sonra hafif çökme yapmasını gluten zengini irmik ile 2 çay kaşığı instant mayaya veriyorum)
Makinenizi temel ekmek ayarında ayarlayın.

Perşembe, Haziran 28, 2007

Soframıza kuş kondu...

“Yaşayan blogları seviyorum,” dedi bana Aslıberry tatile çıkmadan önce.

Düşündüm.
Cıvıl cıvıl, şen şakrak bir şekilde yaşayan tüm bloglarımı son zamanlarda yaşatmaktan ziyade öldürme eğilimi göstermekteyim.

Bu affedilemez tavrım için ise kendimce (ve kendime) sürekli “haklı” nedenler sunmakta üstüme yok:

—Taşınıyorum (taşındım)
—Yerleşmeye çalışıyorum (eh işte yerleştim)
—Kitabım ile ilgileniyorum (e kitap çıkalı bir ay oldu)
—İkinci kitapla ilgileniyorum (bak işte bu çok haklı bir sebep. Günlük hay huydan ve sorumluluklardan bir nebze olsun kurtulduğum ilk anda, kendime kalan ilk boşlukta şu aralar yaptığım yegâne şey bu)
—Tüm evin sorumluluğu üzerimde (sanki daha evel değil miydi?)
—Nehir denen çılgın ortalıkta deli danalar gibi koşmakta (yeni bir şey söyle)

Gördüğünüz gibi sizin yerinize de bu uzun süren ihmal için “kendime kötü davrandım”. İçiniz rahat olsun.

Tüm bu laf ve bahane kalabalığına nokta koyup tarife geçmek için Mevlana’nın çok sevdiğim bir çift lafına sırtımı dayamak istiyorum.:

Dünle beraber gitti cancağızım ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

--



Bahar ferah elini yüzümüzden çekip gitti. “Sıcak ötesi” şu günlerde ekmekten minik bir kuş soframıza gelip konsa fena mı olur?


Bu sevimli minik kuş aslında göründüğü kadar yapımı zor bir şey değil. Ama hamurunun tarifi size biraz zor gelebilir. Akşamdan bir miktar maya ekşitmeye üşeniyorsanız size naçizane önerim şudur :

"Lütfen üşenmeyin. Esas işi yapacak olan siz değilsiniz, ZAMAN.

Sonuçta gerçek bir ekmeğiniz olacak!"

Ancak tarif edeceğim kuş şekli için kullanacağınız hamurun illa ekşi mayalı hamur olması gerekmiyor. Aklınıza yatan iyi kıvamda herhangi bir hamurla da adını “Şirine” taktığım bu minik kuşu yapabilirsiniz.

Öncelikle ekşi mayalı hamur malzemelerini ve tarifini vereyim:

Akşamdan ekşi maya hazırlama:
Bir kapta 4 yemek kaşığı ılık su ile yarım çay kaşığı kadar instant mayayı bir araya getirin.
(Instant mayanın özelliği önceden suda aktive edilmeye gerek duymaması olsa da bir 5 dakika kadar mayanın aktive olmasını bekleyin)


Sonra bir bardak daha su ekleyin.


Ardından tahta kaşıkla karıştırarak yedire yedire 2 bardak un ekleyin.


Kabın üzerine stretch film ile örtüp kabınızı bir kenara alın.


Ertesi sabah bu mayadan yarım bardak kadar alıp ekmeğiniz için kullanacaksınız. Kalan mayayı da buzdolabına kaldırıp bir hafta içinde başka ekmeklerde kullanmanızı tavsiye ederim.

Hamurun hazırlanması
Yarım bardak ılık su
1 tatlı kaşığı şeker
1 çay kaşığı instant maya
(yukarıdaki malzemeleri hamur yoğurma kabında bir araya getirip karıştırın)

Karışıma aşağıdaki malzemeleri ekleyin:
Yarım su bardağı önceki geceden hazırladığınız ekşi maya
2 su bardağı un
1çay kaşığı tuz

Hamuru iyice yoğurarak kıvamlı bir hale getirin. Bir kenara alıp 1 saat dinlendirin. Daha sonra tekrar elinize aldığınız hamuru silindirik hale getirip yarısını ayırın. Bu yarısını hamburger topları yapmak üzere eşit sayıda bezeye ayırın.


Kalan yarısını da yapacağınız kuşların arzu ettiğiniz büyüklükte olmasını için hesap ederek bölün.

Kuş yapımında her bir bezeyi öncelikle elinizde veya bankoda yuvarlaya yuvarlaya bir nevi hamurdan kalın urgan haline getireceksiniz.

Bu urganı iki ucundan iki elinizle tutun.
(Ben fotoğraflarda daha net farkedilsin diye hamur urganın alt ucunu özellikle uzun tuttum. Alt uç elbette üst uçdan daha uzun olacak. Ancak fotoğraftaki kadar da uzun olmamalı.
Eğer istemeden de olsa alt ucunu uzun kalırsa makasla kesip kuşun kuyruğu için gereeken boyutu elde edebilirsiniz. Ayrıca fotoğraflamadan önce hamuru elimde oyuncak ettiğimden hamurum biraz yassıldı. Siz fazla yassıltmamaya bakın. Kafa ksımı yassı olursa da top hamur takviyesi yapın.)

Hamurun bir ucunu uzun tutup aşağıda bırakın. Üst ucunu ise halka haline getirin. Halka aşağıya dönük duracak (resme bakın) böylece hamurun ucun sanki düğüm yapar gibi halkanın içinden geçirdiğinide söz konusu uç kuşun kafasıymış gibi yukarıdaki kalacak.

Bu şekildeyken düğümünüzü atıp kuşn başını düğümün ortasına yerleştirmiş olun.

Fotoğrafta özellikle uzun tuttuğum alt kuyruk kısmını gerektiği boyda ayarlayıp makas yardımı ile kesikler atın.

Kuşun baş kısmını küçük üzümlerle göz ve gaga yapın (kimi zaman gaga yerine geçen üzümler düşebiliyor, üzümü ya sıkı yerleştirin ya da gagayı da hamurdan hazırlayın)

Yağlı kağıt serili fırın tepsinize alacağınız kuşunuzu kabarması için bir köşede en az bir saat bekletin.
Kuşun ister her yerine ister sadece kanat bölgesine yumurta sarısı sürüp orta ereceli fırına verin.
Pişip pişmediğini göz kararı anlayablirsiniz.
Eğer o şekilde anlayamıyorum diyorsanız size kapı tıklatır gibi ekmeğin üzerine vurmanızı tavsiye ederim. Eğer tok bir ses alıyorsanız ekmek olmuş demektir.

Bu arada bu kuşlar her nekadar dekoratif ekmekler de olsalar bu güzel tarif büyükçe bir hamburger ekmeği formunda çok daha güzel sonuç veriyor diyebilirim.
Bunun nedeni söz konusu ekşi mayalı hamurumuzun kabuktan ziyade iç kısım açısından marifetini göstermeye daha meğilli olması olabilir.
Ancak yine de fırından çıktığı anda enfes bir çıtırlığa sahip olan kabuğunun hakkını da yememk lazım.
Kısacxası fırından çıktığında içi de dışı da muhteşem olan bu ekmeği ev sakinleri eve sökün etmek üzereyken hazır etmiş olmak adına saat ayarlaması yapmanızı öneririm.

Cuma, Haziran 15, 2007

Çok beklettim ekmek dostları, binbir özür ...



Ah biliyorum çok beklettim ben sizi.

Ama öyle yorgun ve öyle yoğunum ki eminim beni mazur görürsünüz.

Hikaye belli. Günlere yayılmış bir taşınma serüveni. Bir evi al dip köşe bucak tekrar başka bir yere kurmaya çalış. Üstelik bu esnada bir 2,5'luk fırtına ile de başa çık. Neticede dediğim gibi hikaye belli.

O kadar güzel mailler aldım ki (aslında almışım ki) kitabımı ve beni destekleyen, çoğu zaman gözlerim doldu. Şu "almışım" kelimesine açıklık getirmek gerekirse internetime daha bugün oglen kavuşabildiğimi belirtmek isterim.

Tüm destek kaynaklarıma, sanal olsun olmasın tüm arkadaşlarıma tekrar tekrar teşekkür ederim.

Buarada sevgili Tijen beni Radikal Gazetesi'nin kitap ekine taşımış. Hem de eller üstünde. Eksik olma sevgili Tijen, ne kadar verici ne kadar destekleyicisin sen böyle. Nasıl teşekkür etmeli sana acaba ???

Not: Şimdi soruyorsunuzdur, e peki bu ekmek fotoğrafı da ne diye.

E o da başka bir sır :)

Salı, Mayıs 29, 2007

Büyük Telaş

Arkadaşlar
Bloglar aleminde bu kadar çok kalbi guzel insan olması ne kadar muhteşem bir şey.
Herkesin birbirine destek olduğunu görmek harika, havada uçuşan sevgi taneciklerini ise hissetmemek imkansız.

Herbirinize teker teker cevap vermek istiyorum. Ancak şu günlerde hurçlar- koli kutuları arasında kaybolmuş durumdayım. Neredeyse kitabın sevincini bile unutturan ani bir taşınma telaşı.
Evet taşınıyoruz.
Bu yuzden bir 10 gün daha gelen mesajlara topluca cevap vereceğim. Bunun için çok özür dilerim. Ama isim isim hepiniz tek tek aklımda ve kalbimdesiniz. Tekrar tekrar çok teşekkür ederim.

Cuma, Mayıs 25, 2007

Ayların Sırrı


Aylardır bir sır saklıyorum sizden....
Aylarca emek vermiş olsam da yıllardır istediğim bir şeydi bu; bir kitap...
Sonunda her şey tamam. Kitap elimde. Gözlerim ise kabartma harflerle kitabın üzerine yazılmış ismimde..
Çok uzun bir süreçti bu... Ama sonunda "nehir denize ulaştı"...
"Sizinle büyüdüm ben !" dediğim bir yayınevi, İnkilap kitabevi bana kollarını açtı.
Çok sevimli bir tasarımla emeklerimi size ulaştırmaya hazırlanıyor.
Dağıtım tarihi 1 Haziran.
Bir kitapçıya gidip kasadaki görevliye "Biliyor musun bu kitap benim!" dememek için kendimi zor tutacağıma eminim.
Şimdi gitmeliyim.
Denize ulaşan nehir'den başka "Nehir"ler de var hayatımda, ki o tam şu anda elime bir kalem tutuşturmaya çabalamakta. "Güneş yap anne , güneş çiz anne!" nakaratı kulaklarımda...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Seni Seviyorum


Sıradan bir gün.
Sırtını İzmir’e vermişsin, denize bakıyorsun.
Solda doğanın İzmir’e ettiği tatlı bir şaka, Çatalkaya; hiç yaşlanmayan, hep genç kalan bir güzelin bereket dolu göğüsleri gibi, sayılamayacak kadar çok bin yıldır ayakta.












Sağda İzmir’in asi sevgilisi Karşıyaka…
Ortası deniz
Güneşin eğilip de değerken, memleket hasretinin kalbimde çıkardığı ses gibi cızladığı deniz….
Güneşin en güzel kavuştuğu deniz, Ege denizi….

Ve sen
Sırtını İzmir’e vermişsin, denize bakıyorsun.
Aklın karışıyor,
Emin olamıyorsun.
İzmir gördüğün mü?
Bulunduğun mu?
Olduğun mu?

Sonra sıradaşı bir gün geliyor.
Çanakkale gezisinde çok ağlamıştım ben, onu hatırlıyorum.
O kadar çok kurşun atılmış ki binlercesi havada çakışıp kaynaşmış. Müzede sergileniyorlar. Bakıyorum bakıyorum ağlıyorum.
Ölen 18liklere ağlıyorum.
Yüzünü görmediğim çocuk askerlere ağlıyorum…
Zaten duyarsız değildim, ondan sonra bayrağa karşı hiç ama hiç duyarsız olamıyorum.

Sonra bir başka gün geliyor.
Bakıyorum İzmir gül gibi kıpkırmızı….
Alsancak olmuş bir AL SANCAK…

Cumhuriyet diyorlar,
Bayrak sallıyorlar…
Çok güzel gözüküyorlar.
Takalar geçiyor “allı” - “allı”

Ben hiç bu kadar çok bayrağı bir arada görmemiştim.
Zübeyde Hanım’ın yüzünü görüyorum bir teknede, koca bir poster olarak.
Gülümsüyor ferah ferah…

Çünkü İzmir’e bakıyor.
İzmir onun o mücevher gibi oğlunun tam istediği gibi.
İzmir aydınlık
Apaydınlık
İzmir nezih
İzmir temiz
İzmir akıllı
İzmir pırlanta gibi…

Bu kez sırtını denize veriyorsun,
İzmir’e bakıyorsun.
“İşte İzmir bu,”
diyorsun

Cuma, Mayıs 11, 2007

Tiramisu Ekmeği...

Hazır “pastaban”lar çıktı çıkalı hayatlarımız çok değişti. Gülmeyin, ciddiyim. Aslında gülün gülün, ilk cümlede niyet edilmiş bir abartı var.
Elbette hayatlarımızda çok şey değişmedi.
Ama bir şey var ki özellikle ama özellikle pastaban (bu kelime bana çocukluğumun çizgi film kahramanı Esteban’ı hatırlatıyor- o yüzden de ekstra sevimli geliyor) sayesinde her ev sınırlarına girdi; o da elbette başlıktan tahmin edeceğiniz gibi Tİ RA Mİ Suuuuuuuu….

“Pastaban”lar, bir diğer deyişle hazır pandispanya tabanları “tüketin be kardeşim” toplumuna ne zaman girdi hatırlamıyorum bile… Ancak bir ürünün arkasında yer alan bit kadar bir tarif bir toplumun mutfak kültürüne bu kadar mı nüfuz eder?

Bu satırları okuyan birçoğunuz, “Aaa evet, bir keresinde ben de o karınca duası gibi ama kısa tarifi okuyarak tiramisu yaptım ve de çok takdir aldım,” diyorsunuz, eminim.

Evet tarif kısaydı ve çok kolaydı.
Ancak sıkı durun ben de daha kısası var.. Hem de neredeyse “sıfır emeklisi”…

Şu an burnuma gelen kokular beni bir nevi “lezzet beklentisi delisi”ne çevirmiş durumda. Koşup koşup pişirme işleminin ne zaman biteceğini gösteren ekrana, ve bir de “ay hala çökmedi!” kelimelerini telaffuz etmeme sebep olan makine camına bakıyorum.
Sadece 2,5 bardak unla eşyanın kanuna aykırı bir şekilde bu kadar erken ve bu kadar çok kabaran bir ekmek tecrübelerime dayanarak söylüyorum çoktaaaaaan çökmüş olmalıydı.

Ama durun bi bakayım,
Baktım
7 dakika kalmış ve ekmeğim hala “ayyuk”ta..
Uzun zamandır bir ekmek için bu kadar heyecanlanmamıştım.

Bir an evvel pişse de tadını da test etsem, ve sayaç sayesinde şu an sayfamda gezdiklerini gördüğüm ekmekçi dostlara bir hafta sonu tarifi olarak bir tiramisu ekmeği hediye etsem…

BU bir tatlı ekmek…
İçinde tiramisuda da olan nescafe, krem peynir ve bir de bonus “ çikolatalı drajeler” var…

Pişti- soğudu-kesildi-yenildi; çook beğenildi:
Yumuşacık, sünger gibi, oldukça ilginç bir ekmek bu. Arada ağzınıza gelen kahve taneleri ise mest edici.

Malzemeler:
2 kaşık krem peynir (4 de kaldırır gibi)
3/4 kap neskafe (sıcak olmasın)
2 + ½ yemek kaşığı şeker
Yarım çay kaşığı tuz
2+1/2 kap un
2 çay kaşığı instant maya

Bip sesinden sonra:
1/3 kap çikolata kaplı kahve drajeleri
Not: “Çok Şeker” adlı şeker butiklerinden içinde kahve tanecikleri olan çikolata drajelerinden aldım bir miktar. Bu drajeler çok lezizdi. Pişirmeden bir tane, bir tane daha derken baktım oranı baya azaltmışım. Daha başka renkli drajeler de kattım ekmeğe. Eğer bu tür şekerciler yoksa civarınızda, marketlerden Milka gibi markaların drajelerini edinebilirsiniz.
Temel ekmek ayarı, küçük somun.

--
Mutlaka pişirin, ailecek afiyetle yiyin.
Sevgiler.

Pazartesi, Nisan 30, 2007

Polonya'dan Bir Paskalya Ekmeği: Babka

Bir Babka pişirdiğinizde mutfağınız doğu Avrupalı kadınların mutfakları paskalya sabahları nasıl kokuyorsa işte öyle kokar… Doğu Avrupa dedik ama aslında daha çok Polonya’ya ait bir paskalya ekmeğidir Babka ve tüm paskalya ekmekleri gibi ekmekten çok kektir bir anlamda.

“Paskalya” Hristiyan alemine has bir özel gün olduğundan Babka da Hristiyan alemine has bir kek-ekmek olarak gözükür şüphesiz.
Ancak bu tatlı ekmek “tatlı dili” ile mi bilinmez başka başka inançların insanlarının mutfaklarına da kabul ettirmeyi başarmıştır kendini.

Kakaolusu, tarçınlısı, kurutulmuş meyvelisi derken – derken karşınıza çıkabilecek her halinde bir dilimle kalamayacağınız, elinizi tabağa ikinci bir dilim için daha mutlaka atacağınız bu tatlı ekmek Musevilerin gözdesidir bir de.

Ancak burada bir not düşmek gerekiyor, Babka’yı gözde hamur işleri listesine dahil eden Museviler yine aynı coğrafyanın, Doğu Avrupa’nın topraklarına ya ataları ya da kendileri kök salmış insanlardır. Ataları Polonya’lı olan ama artık kendileri dünyanın dört bir köşesine (daha çok Yeni Dünya’ya) dağılmış olan Museviler, kendileri ile birlikte mutfak kültürlerini de taşımışlar yanlarında şüphesiz…
İşte bu yüzden Babka her iki dine de mal olmuş ancak dil-din-ırk farkı gözetmeksizin tadan herkese kendini sevdirip “mmmmmmmm- lezizzzz” dedirtmiş bir ekmektir.

Normalde kek dedik mi kabartıcı olarak aklımıza maya değil kabartma tozu gelir. Bana sorarsanız Babka’nın bildiğimiz tüm kekleri “geride bırakıp öne geçmesinin” en önemli nedenlerinden biri maya ve kabarması için ona tanınan uzun zamandır.
--
Biraz arandım, klasik bir babka hamurunun
% 37 si tereyağ
%37 si süt
% 20 si yumurta sarısı
% 15’i kuru üzüm
% 15 i şeker
% 5’i maya
% 3 ü portakal kabuğu rendesi
Ve % 2 si de tuz

olmalıymış

gibi tuhaf bir veri ile karşılaştım .

Rakamları 100’e tamamlayamadım ama belki bir anlayan çıkar…

Daha ele gelir onlarca tarif arasından kendimce bir babka ürettim. "Kendimce"liğinde birden çok tarif arasından bir nevi potpuri yapmışlığımın, ve bir nevi tereyağı çoru olan babka’da tereyağını neredeyse tamamen bertaraf edip yerine elma haşlaması koymuşluğumun payı var.

Sonuç olarak “sana artık bir pastane açalım!” teklifi ile karşılaştığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

Aynı teklifi almak isteyenlere tarifi anlatmaya başlayayım…

Hamur malzemesi ve yapımı:

(hepsi oda sıcaklığında olmak üzere)
1/2 kap süt
1/3 kap su
2 yumurta
1/2 kap elma haşlaması (önceden birkaç elmayı rendeleyip bir- iki kaşık suda 10 dakka kadar haşlayın-soğutun)
1/2 kap şeker
Yarım çay kaşığı tuz
4 kap un
2,5 çay kaşığı instant maya

Malzemeleri un ve maya en üstte oalcak şekilde makinenize koyup, hamur programını çalıştırın. 1,5 saat sonra hamurunuzu kubbe olmuş bir şekilde kabarmış bulacaksınız. Tahmin ediyorum ki bu şekilde pişirip yemek için içinizde direnmesi güç bir istek doğacak. Ama kendinizi tutun. İşlemlerin gerisi size daha muhteşem bir sonuç getirecek.

-
1-Hamuru makineden çıkarıp un serpilmiş bankoda, gerektikce biraz daha un alarak güzel bir hamur topu oluşturun.

2-Bu hamuru silindirik hale getirin.

3-Önce 4’e, sonra her bir bezeyi ikiye bölün

4-Bu bezeleri teker teker açıp aşağıda malzemelerini göreceğiniz ve önceden hazırlamış olduğunuz kakaolu içten sürün (kenarlardan bir-iki santim bırakarak sürün).

5-Kakao sürülmüş bezeleri rulo yapın.

6-Rulonun kenarlarını kıvırıp bir küçük top haline getirin.
İçi kakaolu soslu 8 adet topunuz oldu.

7-Yine aşağıda oranlarını bulacağınız tarçınlı-şekerli – portakal rendeli karışıma toplarınızı bulayın.

8-Bu topları yağlı kağıt serdiğiniz bir diktörtgen ekmek kalıbında yan yana ve üst üste olmak üzere dizin.

9-Babkanızı bir kenara alıp en az 2 saat kabarmasına izin verin.

10-160 derecede önceden ısıtılmış fırına Babkayı vermeden önce üzerine yumurta sarısı sürün.

(Babkayı fırının alt raflarına koymanızı ve gözünüzün üzerinde olmasını tavsiye ederim.)

İçi
1/4 kap kakao1/2 kap şeker
1 kaşık tereyağı (kolestrol probleminiz varsa burada da elma haşlaması kullanın)3 – 4 kaşık elma sosu
1/3 kap ceviz

Topların çevresine
3/4 kap şeker
1 yemek kaşığı tarçın
1 portakalın kabuğu (ince rendelenmiş)









Pazar, Nisan 29, 2007

Liderlerin En Güzeli

Liderlerin en güzeli,

liderlerin en medenisi,

liderlerin lideri,

dünyanın örnek aldığı büyük insan,

hayatta en çok hayran olduğum kişi,

sevgili Atam,



O bayrak seline karışamadım, çok üzgünüm....



Orada olamasak da buradayım- BURADAYIZ.....


Çarşamba, Nisan 25, 2007

Tuz yok- Şeker yok- Yağ yok...

Geçen hafta Anlat Anne’de yazdığım bir yazıda hayatı içinde altın tanecikleri yüzen bir nehire benzetmiştim. 5 duyu kevgilerimizle başına çömelip özenle “define avına” soyunduğumuz bir nehir.

Madem bu nehirin başına bir kez oturuyoruz (en azından bu isim ve bu bedenle) olabildiğince çok değer toplamak şart oldu…….diyip her şeye saldıranlar bilir, bir de bakmışsınız ki en çok açlığını çektiğiniz şey olan zaman, en çok kıtlığını çektiğiniz şeye dönüşmektedir.

Çünkü evrenin bile deliler gibi her şeye atılıp, her şeyi aynı anda yapmaya çalışan bir şaşkına sunacak kadar bol vakti yoktur- her şey yarım kalır.

Yine de şu anda, en azından bir şeyi tamamlamak üzereyim…. Hem de çok istediğim bir şeyi. Mutluluktan çok uyuşukluk hissetmekteyim ve – çelişkili olacak ama - dinginlikten çok karmaşa…

Tamamlanamamışın heyecanını bir başka yeni başlangıçla bastırmaya çalıştığım günler yaşıyorum kısaca…

Pek bir karışık oldu.
Şimdilik ser verip sır vermemek kararım adına.

Fakat en azından geri döndüm ilk göz ağrım sayfama
(şiirsel oldu biraz)



Yukarıdaki yazı karmaşık, ama tarif son derece sade, müjde….

İhtiyaç listesi ise şöyle:
Diet kola
Un
Maya

Sonuç: tatlımsı, ve hafif renkli bir güzel ekmek.


Malzemeler

¾ kap diyet kola (soğuk olmasın)
1+1/2 kap un
3/4 çay kaşığı instant maya


Sırasıyla makine teknesine koyun.
Temel ekmek ayarı, küçük somun.


Not: Mayayı biraz daha arttırayım dememenizi tavsiye ederim. Gazozlu kekler gibi kabarmaya meğilli bu ekmek 1,5 kap gibi son derece az un oranına rağmen erkenden ve inanılmazca çok kabarıyor... Biliyorsunuz ki erkenden kabarmak pek de hayra alamet değildir.

Ekmek maceralarımdan bilirim ki vakitsiz kabaran vakitsiz çöker.

Not 2: Elbette ki makinenizi 3 saat boyunca bu kadar küçük bir ekmek için çalıştırmak istemeyebilirsiniz. Malzemeleri rahatlıkla 2 katına çıkarıp bu değişik ekmeği deneyebilirsiniz.

NOt 3: tuzsuz, şekersiz, yağsız bir ekmek olması nedeniyle zaman zaman benden şeker ve tansiyon hastaları tanıdıkları için tarif isteyen ekmek severlere tavsiye ederim.

Salı, Nisan 10, 2007

Toprak yoksa Ekmek yok...


TEMA kısa ve öz bir şekilde anlatmış... Toprak yoksa ekmek yok...
Ve ekmek yoksa barış da yok ne yazık ki...
TEMA'nın düzenlediği bir kampanya var... www.elkoyun.com adresinden detayını öğrenebilirsiniz. Geleceğimize sahip çıkmak için yapabileceğimiz bir şeyler olduğunu görmek isteyen tıklasın...
Bir mesaj ve TEMA'ya 5 YTL olarak özetlenebilecek bu kampanya bana bir hikaye yazdırdı... Okumak isterseniz ANLAT ANNE sayfama buradan geçiş yapabilirsiniz...
Bir damlacık da olsa faydamız varsa ne mutlu...

Pazar, Nisan 01, 2007

Boş Pide : İçindeki boşluktan dolayı hoş pide....

Doğunun mistik bilgelerine göre bir testi içindeki boşluktan dolayı önemlidir ve daha da ötesi işleveseldir- böylece “vardır”.

Bir çember de, keza, boşluk denen o tuhaf kavrama çok şey borçludur. O boşluktur çemberin kavramlar dünyasında kendisine bir yer açmasının nedeni….

Varoluşu sorgulayan derin felsefelerin insanları yine de "bilinmezin esrarı" ile "bilinenin olağanlığını" birbirinden ayırmayı bilirler.. Ve hatta bu ikisini birbiri ile evlendirmek yolu ile peşine düştükleri “gerçeği” yakalayabileceklerinin de ayırdındadırlar..

İşte bu yüzden bir bilge hayatın mucizesini “Acıkınca yerim, susayınca içerim” sözleri ile açıklar….

Sadece varolmak, orada- o anda- nasıl gerekiyorsa--- acıktığında yiyerek, aklının tüm “suni gündemlerini” beriye atarak, susayınca su içmek ve onun tadına varmak kredi kartlarının , okul taksitlerinin, aidatın ve kiranın kamburunu sırtından indirerek o anda.

VE elbette bir kebapçıya gittiğinde, az sonra ödenecek tuzlu faturayı aklının ucuna dahi getirmeden garsona el etmek ve “Kaptan bize de bir boş pide," demektir hayatın – zihnin tatlı mucizesi….

Puf gibi kabarmış, anlamını içinin boşluğundan almış sıcacık bir boş pide geldiğinde masaya varsa bir de tabakta bir küçük kase Erzincan tulumu ve hatta / ve bir de tereyağı, var mıdır bundan ala odaklanma- elbette o ana, elbette hayata….


--
Malzemeler ve hazırlık...
(akşamdan)

1 paket yaş mayanın ¼ ‘ünden biraz fazlasını (15 gram kadar) bir kase içine koyun
Üzerine yarım bardak kadar ılık su ekleyin.
1 tatlı kaşığı şeker ekleyip karıştırın
15 dakika kadar bekleyin , mayanız aktive olsun- az biraz köpürsün.

mayanın üzerine
2 bar un
1 bar irmik
1 çay kaşığı tuz ekleyin..
Hamurunuzu kulak memesi kıvamına getirmek için yeterince su ekleyin ve yoğurun…
Kıvamlı bir hamur hazırlayıp üzerini mutfak havlusu ile örtün- bir kenara kaldırın, bırakın sabah olsun…

Sabah oldu…
Fırınınızı 230 derecede ısıtmaya başlayın. Tepsi içinde olsun. Tepsinin de çok sıcak olması gerekiyor.
Hamurunuzdan mandalina büyüklüğünde bezeler koparın, bezeleri oklava ile yufka kalınlığında açın..
Isınmış fırına “yufka” larınızı verin.
Fırının önünü terk etmeyin, bir dakika içinde puf gibi kabaran boş pidelerinizi izleyin.
Yufkalar kabardıktan kısa bir süre sonra pidelerinizi alıp afiyetle yiyin….

Cuma, Mart 09, 2007

Öyle Böyle değil “çoook” sağlıklı ekmek

Bir süre önce çok sevdiğim bir eylemi keşfedip sizinle paylaşmıştım: Ricotta yapmak.

Duralım ve zamanı geri saralım: Bir süre önce çok sevdiğim bir eylemi keşfedip sizinle paylaşmıştım: Tuzsuz lor yapmak.


Hayat bazen zannettiğimizden zor, bazen de zannettiğimizden basittir.

Denedim ve gördüm; Tuzsuz lor yapmak bu ikinci tanımdaki sıfattan başka bir sıfatla anlatılmaz. Basit…


HA bir de “zevkli” sıfatını da eklemek istiyorum. Ricotta ya da tuzsuz lor, hangi ismi tercih ederseniz edin yapımı bir Buradan ulaşabilirsiniz.


Lorunuzu yaptınız, suyunu arttırdınız, tam lavaboya dökmek üzeresiniz ki içinizden bir ses şöyle diyor: “Ya bu hani meşhur peynir altı suyu var ya, o olmasın. Belki de çok yararlı bir şeydir bu…"

En azından benim içimdeki ses öyle dedi. Ve iyi ki de içimdeki sesin o gün gevezelik yapacağı tutmuş.


Daldırdım kepçemi internet kazanına, aman tanrım o da ne.Bu peynir altı suyu ne kadar da kıymetli bir şeymiş.


İngilizcesi “whey” olan bu özel suyun yararlarını isterseniz google’da siz kendiniz araştırın, isterseniz habervitrini adlı sayfadan okuyun


Ne oraya ne de buraya tıklayamayacağım diyenlere ben hızlı bir özet yapayım (yazıdan sadece bir paragraf alıntılayarak)


….peynir altı suyu; laktoz, mineral maddeler, vitaminler, proteinler ve az miktarda süt yağını içermektedir. Bunların içinde “peynir altı suyu proteinleri” en önemli kısmı oluşturmaktadır. Peynir altı suyu proteinlerinin diğer proteinlere göre üstün tarafı, sadece biyolojik değeri değil, aynı zamanda sülfür içeren aminoasitleri yüksek oranda içermesidir. Bu maddeler, kas kaybının mümkün olduğunca azalmasına yardımcı olmaktadır' …


Bu ekmeği yapmak için kollarınızı sıvadığınızda bir taşla iki kuş vurmuş olacağınızı belirtmek isterim. Çok değil az emek biraz da sabırla (4 saatlik bekleme süresi ricottaya, 3 saatlik bekleme süresi de ekmeğe) elinizde nefis bir ev yapımı ricotta ve bir de son derece sağlıklı bir ekmek olacak. Üstelik her ikisini de siz imal etmişsiniz gibi gözükse de işin büyük kısmını bir adet tülbent ile bir de teknolojinin nimeti ekmek makinesi yüklenmiş olacak. Bundan iyisi can sağlığı… Sıcak ekmek diliminin üzerine ev yapımı ricottadan sürüp yemenizi tavsiye ederim.…

Malzemeler:

1 kap peynir altı suyu
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 çay kaşığı şeker
1 çay kaşığı tuz
1 kap un
1 kap tam buğday unu
(sadece beyaz unla da yapabilirsiniz- daha az sağlıklı olur)
1 +1/2 kaşık soya unu (tercihe bağlı- yoksa yerine normal un koyun)
1 + ½ çay kaşığı instant maya ile

Bip sesinden sonra 1 yemek kaşığı ruşeym
(tercihe bağlı)
Ya da 1 yemek kaşığı keten tohumu veya susam

Temel ekmek ayarında, 1 veya 1,5 somun. Medium kabuk rengi.


Not: Bir başka ricottalı ekmek tarifime ulaşmak için tık tık .

Pazartesi, Şubat 05, 2007

Patates-Süt ekmeği

Evde ekmek yapmak gerçekten zevkli bir iş, bilen bilir.

Evin içinin dünyanın en rahatlatıcı kokularından biri olan sıcak ekmek kokusu ile dolması, ekmeğinizin katkı maddesiz, böceksiz ve (TV’de ne yazık ki gördüğümüz üzere) sigara izmaritsiz olduğunu bilmemiz ve elbette ev halkının takdirine şayan olmak bu işin artılarından.

Cümlenin gidişatından bir “ancak” bağlacı beklenir gibi, değil mi?
Evet, o “ancak” a şimdi sıra geldi…
Ancaaaaak, ne yazık ki evde yapılan ekmeklerin dayanıklılığı daha az… Bu durum biraz da katkı maddesizliğin yan etkisi.

Sırada iyi haber var :) Aslında çok da çaresiz değiliz.

Gerek doğanın gerekse katkı maddesine fazla prim vermeyen gıda mühendislerinin sayesinde ekmeklerimizin dayanabilme sürecini biraz daha fazla uzatabilme şansımız var…

Doğal yöntem: Patates
Gıda ürünü yöntemi: Süt tozu (tıklayın)

Bu listede aklınız süt tozuna takıldıysa eğer Pınar süt’ün ürettiği süt tozu üzerindeki yazı ile içinizi rahatlatalım: “…..yağı alınmış pastörize inek sütünün kurutulmuş hali”…

Patatesin doğallığını tartışmayacağız elbette. Ancak patates hakkında yine de söyleyeceklerimiz var…
Hepsi de iyi haberler…

Patates,
Ekmeğin bayatlamasını geciktirir.

Ekmek hamurunun su alma kapasitesini arttırarak randımanı yükseltir.

İçeriğindeki nişasta sayesinde içinin daha beyaz olmasını sağlar.

Ekmek kabuğunun altın sarısı bir renk almasına ve çok daha yumuşak olmasına neden olur.

Hamur yapısını yumuşatır, ekmek hacmini arttırır.

Su tutucu yapısı, ekmeğe yumuşaklık kazandırır.

der Satüdaş sanayi (ki bir zamanların PAT patates püresi ile tanıdığımız firmasıdır) şu sayfasında

Aslında patates hakkında (sağlığa katkısı anlamında) yazılacak daha çok şey olsa da buraya kadar olan bilgiler sanırım ekmekçilere yeter….

Sadece 2 kap un ve 1 kap patates rendesi ile pofuduk bir ekmek elde etmiş olmam da işin cabası. Tarifimi şiddetle öneririm… Afiyetle…

Malzemeler

1 kap haşlanmış rendelenmiş patates
2 kaşık zeytinyağı
Yarım kap + 1 kaşık süt (soğuk olmasın)
1 tatlı kaşığı süt tozu (tercihe bağlı)
1çay kaşığı tuz
2 kap un
1 + 1/2çay kaşığı instant maya

İsteğe göre, bip sesinden sonra 1 kaşık ruşeym (buğday özü)

Yapım: Temel ekmek ayarı. Küçük somun. Medium kabuk rengi. Posted by Picasa

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Bir Sincap Olmaya Çağrı....

Son günlerde kendimi bir ikinci çocuk olasılığını düşünür buluyorum zaman zaman. Bu öyle bir düşünce ki onu peşine takılmış onlarca vagonu çeken kuvvetli bir lokomotife benzetmemek mümkün değil.

Lokomotif harekete geçiyor gidiyor. Bana esas eziyet eden gerisindeki düşünce vagonları…

Diyeceksiniz ki bu bir ekmek sayfası, tüm gürültüleri ile bu sayfanın ortasından vagonlar lokomotifler hangi akla hizmet geçerler?

Geçiyorlar çünkü “metafor” sınır tanımaz.

Ekmek hayatı, geçinebilmeyi, doyabilmeyi, doyurabilmeyi, doya doya yaşayabilmeyi ifade eder bana göre….

İşte bu yüzden “2. çocuk olasılığı adlı lokomotif” kıpırdanıp öne atıldığında arkasından gelen ilk vagonun üzerinde büyük harflerle EKMEK yazıyor…
Ancak ismi “küçük” olsa da içine atılmış “yük düşüncecikleri” hem büyük hem de fazlaca….Hızla değil, yavaş yavaş önümden geçip gitmekteyken bu yük vagonu, üzerinden taşmış paketlere gözüm takılıyor:

Doğum masrafları, mama, doktor, ilaçlar-vitaminler, çocuk bezi, kıyafetler, kreş masrafları, okul masrafları, “ah çok isterim ama olur mu acaba” damgalı müzikti, dansdı, yabancı dildi özel kurslar….

Sonra gelen vagonlar daha “manevi”, eğer ilk vagon “maddi” diye özetlenecekse….

Söyle yazıyor üzerlerinde:

“Sabrın yeter mi?” vagonu
“Tam da özgürleşmek üzereydin, ne yapıyorsun sen?” vagonu
“Bir tane daha doğurursan artık iş hayatına dönemezsin ona göre” vagonu
“Yapmazsan evlat yalnız kalacak haaaa” vagonu
Vs vs vs….

Aslında tüm bu düşünce vagonlarını zaman zaman akıl gözümün önünden geçirmeye alışkınım ben. VE hatta sıralarını bile biliyorum….Arada yerlerini değiştire değiştire, mesela “kızım yaşın ilerliyor bir ikincisinin ne kadar sağlıklı olduğuna emin olmak için seni amniyosentez türü ekstra sıkıntılar bekliyor” vagonunu “EKMEK” vagonundan da öne alarak tekrar tekrar izliyorum…

Ancak bir tanesi var ki ona “hayalet vagon” diyorum….Genelde katarın sonuna nadiren takılıyor ve takıldı mı da hayal meyal görünüyor…..

Fakat son günlerde bir şey oldu… Bu “hayalet” daha bir belirginleşmeye ve ön sıralara doğru geçmek için arkadaşlarını itelemeye kakalamaya başladı… .Bunun mesulu bilim adamları…
Eğer ki hastalığının farkında olmayan bir insana check-up sonucunda vücudundaki habis uru bildirdiği için doktor suçluysa…..

Son günlerde bilim adamları canımı çok sıkıyor, hiç sormayın….
Birkaç gün eveldi, yine bir araya geldiler, dünyanın geleceğini tartıştılar, haber bültenlerine 15 yıl sonra dünya ne hale gelecekmiş öğrenmek istiyorsanız az sonra türü cümlelerle malzeme oldular…

İşim gücüm vardı, sonranın “az”ını bile bekleyemedim. Ertesi gün aynen bir dizinin son sahnesini kaçırmışım da onu soruyormuşum “normalliği” ile eşime “15 yıl sonra dünyaya ne olacakmış sen dinleyebildin mi, ya da okudun mu?” diye sorar buldum kendimi….

Dinlememiş, okumamış, arkadaşlara da sormanın alemi yok çünkü her gün haberlerde ve dizilerde göre göre adam öldürmenin bile sıradanlaştığı bir dünyada yaşıyoruz, topluca dünyayı öldürüyor olmamızın ya da rahmetli Hoca NAsreddin’in dediği gibi bindiğimiz dalı kesmemizin pek bir önemi olmasa gerek.

Her şey ne kadar da normal….

Bu kadar normallik bende alerji yapıyor aslında, işin kötüsü bu alerjinin ilacı yok. Boş yere kaşın. Özellikle de başını kaşı, düşünme modunda….

Ah arkadaşlar ekmek sayfasında ekmek tarifi beklerken siz, ben neler anlatmaktayım. Ancak fotoğraf makine-şarj-pil üçlümde minik bir sorun var. Şu günlerde yaptığım tüm ekmekler kendime…Fotoğrafsız ekmeği neyleyesiniz diye….

İşte git gide hatları belirginleşip bir hayalet olmaktan çıkan bu “dünyaya neler oluyor? Bu dünyaya bir ikinci çocuk getirmek mantıklı mı?” vagonu biraz olsun işe yarasın istiyorum….

Bu yazı esasen “anlat anne” köşeme uygun olsa da sanki “ekmek” köşemin daha çok okuyan gözü var… İşte ben de o yüzden dünya için ratingi iyi olan sayfayı seçmeliydim….

Ve başından beri esas diyeceğim: Ah arkadaşlar küresel ısınmaya sanayi devleri dururken bireysel olarak engel olamıyor gözüksek de en azından erozyona bir dur diyelim.

Çünkü Türkiye her yıl erozyon ile 500 milyon ton verimli toprağını kaybetmekte… Giden toprak giden bereket demek… Evlatlar sonra bize ne diyecek….

Bunun için elinizi cebinize sokmanıza bile gerek yok. Gözünü sevdiğim TEMA’sı çok güzel bir kampanya başlatmış, tıklayıp da bakmayana aşk olsun….

Bir diyeceğim daha var.. Sincapları sever misiniz? Seversiniz değil mi?

Bir yerlerde okumuştum, ormanların bu kızıl oyuncakları meşe palamutlarını kışın yeme umuduyla ormanda biryerlere gömer, sonra da bir kısmını kaybederlermiş. Şimdilerin insan elinden kurtulmuş bir çok meşesini işte bu mini mini dostlara borçluymuşuz meğer…

Ormanlar için birer sincap ta biz olalım, “hayalet vagonu” katardan çıkaralım derim ben.. Dinleyene teşekkürlerimle…


Resim not: oilpastelsociety.com vasıtasıyla David Berridge'in Mighty Oaks/ Heybetli Meşeler resmi... Posted by Picasa